Bir gün Arap köle Keloğlan’ın karısına der ki:
“Bu Keloğlan önceden acından can veriyordu, bunda bir hüner var. Bunu bir öğren.”
Karısı Keloğlan’ı sıkıştıra sıkıştıra öğrenmeye çalışır:
“Biz seninle izdivaç ettik, hayatımız bir. Sen niçin sırrını bana demiyorsun?”
“Benim sırrım cüzdanımın içindeki şu yüzüktür.”
Gece Keloğlan uyurken kız yüzüğü alıp hemen Arap köleye verir. Köle alır almaz parmağına takar ve yalar. Hemen Araplar gelir:
“Buyur, yakalım mı, yıkalım mı?”
“Ne yakın, ne yıkın. Kızı, beni, bir de sarayı denizin ortasındaki şu kulede isterim. Keloğlan ile annesini de daha önceki kaz damlarına götürüp atacaksın.”
Beş dakikanın içinde bu işler olur. Sabahleyin Keloğlan kalkar kalkmaz kafası tahtalara vurmaya başlar:
“Eyvah!” der. Bakar ki yüzük yok. Doğruca padişahın yanına gider. Padişah bunu daha önceki devletli Keloğlan zanneder:
“Enişte üzülme, ben sana küçük kızımı veririm. O daha güzel, daha içli.”
“Yok, padişahım, ben kız filan istemiyorum.”
“Ya ne istiyorsun?”
“Ben gelinceye kadar anneme bakacaksın, başka bir şey istemem.”
Annesini orada bırakır, tazı ile pisiğini alıp yola koyulur. Bu Keloğlan’ın bir bacısı varmış, bacısını Zümrüt-ü Anka kuşuna vermişlermiş. Keloğlan epeyce bir yol aldıktan sonra bir gün bir ulu ağacın dibine istirahat etmek için oturur. Bir de bakar ki bir kuş gelip bunun yanına indi:
“Selâmünaleyküm.”
“Aleykümselâm.”
“Nerelisin?”
“Felancı yerliyim.”
Birbirlerinin aslını neslini meselece kuş Keloğlanı tanır:
“Yahu sen benim kanımsın.”
“Nasıl olur yahu?”
“Ben senin enişten değil miyim?”
Orada akraba olduklarını anlarlar. Kuş sorar:
“Eee, ne iş için buralara düştün?”
“Vaziyet böyle böyle.”
“Akdeniz’in ortasında bir saray payda oldu, önceden yoktu. Birkaç gün içinde gördüm.”
Keloğlan tazıyla pisiği alıp oraya gider. Tazı dile gelip kediye yavaşça der ki:
“Pisik, bu adam arkasında odun taşıdı, bize baktı. Şimdi sıra bize geldi. Benim arkama bineceksin, oraya gideceğiz. Ben sineceğim, sen pencereden içeri hopluyacaksın, bu yüzüğü almaya çaba edeceksin. Aynı zamanda bana da ekmek getir. Tekneden filan çal getir, aç kalmayayım ben de.”
“Olur, ben işi beceririm.”
Onlar oraya giderler. Tazı ağaçlar arasında sinip dururken pisik içeriye sıçrar. Kız pisiği görür görmez heveslenir. Orada da pek çok fare varmış, farelerden çok canları yanmışmış. Pisik fareleri kovalamaya başlayınca Arap köle de kız da bunu sevmeye başlarlar. Bunlar
yatarken pisik de fareleri kovalamaya devam eder. Farenin biri der ki:
“Yahu, pisik kardeşlik, zorun ne, bizim kökümüzü mü keseceksin?”
“Ya yüzüğün yerini haber vereceksiniz, ya sizin kökünüzü keseceğim.”
Farelerden biri der ki: “Yemin et beni yemeyeceğine, ben yüzüğün yerini diyeyim.”
“Seni yemeyeceğim, gel söyle.”
“Yüzük, arabın dilinin altında uyuyor.”
“Bunu nasıl çıkaracağız buradan?”
“Senin gözlerin ışıklıdır, sen karyolanın alt tarafına dikil. Ben kuyruğumu götürür arabın burnuna sokarım. O vakit arap tıksırır, tıksırınca yüzük ağzından düşer, sen de yüzüğü alıp kaçarsın.”
“Tamam.”
Kararlaştırdıkları gibi yaparlar. Pisik yüzüğü kaptığı gibi tazının yanına gelir:
“Tazı kardeşlik, yüzüğü buldum, haydi gidelim.”
Bunlar denizin ortasına gelince tazı başlar:
“Yüzüğü bana ver, yoksa seni denize atarım.”
“Tazı, senin ağzın gevezedir, balık malık görürsün, “hav” deyip yüzüğü denize
düşürürsün.”
“Yahu olmaz, niçin yapayım?”
Perişan pisik korkmaya başlar. Denize atılırsa boğulup gidecek. Mecbur kalır yüzüğü tazıya vermeye. Tazı balık görüp de “hav” deyince yüzük ağzından denize düşer ve bir balık kapıp yutar.
Yorum 0