Çok eski zamanlarda fakir ama mutlu bir köy varmış. Bu köyde yaşayanlar çalışır, çabalar, geçinir giderlermiş.
Bu köy diğer yerleşim alanlarından uzakmış. İnsanlar dünyadaki olayları daha yakından inceleyemediklerinden bütün yaşantının kendilerinin yaşantısı gibi olduğunu zannederlermiş. Köy güzel bir nehrin yakınında kurulmuş. Nedense nehri karşıya geçip de uzak illere gitme ihtiyacı duymamışlar. Sizde takdir edersiniz ki böyle bir toplum gelişemez. Hatta sorunları daha çok artar.
Bu köyde hiç kedi yokmuş. Onlar kedinin ne işe yaradığı ve nasıl bir hayvan olduğunu bilmezlermiş.
Şimdi siz diyeceksiniz ki “kedi de nereden çıktı? Bir yerde kedi olsa ne olur, olmazsa ne olur?”
Size anlatayım:
— Çok uzaklardaki bir köyden birisi topal, diğeri de kuyruksuz iki fare yola çıkmışlar. Gece gündüz demeden yürümüşler. Dağ, tepe aşmışlar. Uzun yolları geçerek bu köye gelmişler.
Fareler ilk gece köyün dışında saklanmışlar. Ertesi günü köyü incelemeye karar vermişler. Köyü gizlice adım adım gezmişler.
Onları engelleyen karşılarına ne bir kedi çıkmış ne de başka bir şey. Buna çok sevinmişler. Diledikleri bir yere yuvalarını kurmuşlar.
Bu çiftin ilk yavruları olmuş. Onlar da büyüyüp, kendi yuvalarını kurmuşlar. Derken köyün içinde fareler görülmeye başlamış.
Fareler çoğaldıkça her eve dağılmışlar. Her köşeyi tutmuşlar. Bu hazırcı fareler evlerdeki yiyecekleri talan etmeye, buldukları her yeri kemirmeye başlamışlar.
Günler geçtikçe öyle çoğalmışlar ki, köylülerin depolarına, buğday ambarlarına girmişler. İnsanlar onların elinden hiçbir şeylerini kurtaramaz olmuşlar. Ellerine aldıkları odun, süpürge ve sopalarla fare avına çıkarlarmış. Ama farelerle baş edemez olmuşlar.
Başlamışlar kara kara düşünmeye! Hatta bu insanlar yemek için bir şeyler pişirip, sofraya oturduklarında tatlı tuzlu karınlarını doyuramaz olmuşlar.
Çünkü onlar ailece sofraya tam oturdukları sırada köşeden, bucaktan, alttan, üstten çıkan fareler ortalığı sararmış. Onlardan önce sofraya dolarlarmış. Bazı aç gözlü fareler yemeklerin içine bile atlarlarmış.
Köylülerin yüzlerindeki mutluluk silinmiş. Yüzleri hiç gülmez olmuş.
Öyle ki, bu fareler onları geceleri de tehdit etmeye başlamışlar. Yatak odalarına kadar girmişler. Kulaklarını ve burunlarını ısırmışlar. Onları tatlı uykularından etmişler.
Köylüler bir araya toplanmışlar. Bu farelerden kurtulabilmek için fikir yürütmeye başlamışlar. Ancak ürettikleri fikirler, hiç de ümit verici değilmiş.
Çaresizlik içinde dağılmışlar. Onlar bu karamsarlıkta, ne yapacaklarını bilemez durumda bekler olmuşlar.
Bir gün köye yorgun bir yabancı gelmiş. Genç bir adammış. Sarı saçları omuzlarına kadar dökülüyormuş. Omzunda bir torbası, boynunda da ipe bağlı bir kavalı varmış. Giysileri de eski ve yamalıklıymış.
Köylüler bu yabancıyı çoban zannetmişler.
Ona:
— Köyümüzde çobana ihtiyaç yok, demişler.
Genç gülmüş:
— Ben çoban değilim. Başınıza bela kesilen bu farelerden sizj kurtarmaya geldim, demiş.
Köylüler sevinçle ilgi göstermişler:
— Ne olursun bizi bu farelerden kurtar. Bizden ne dilersen yerine getiririz demişler, hep bir ağızdan.
Genç de:
— Sizden bu iş karşılığında, üç yüz altın istiyorum, demiş.
Köylüler de:
— Altının ne önemi var! Sen işini hele bitir, altınlarını cebinde bil, demişler.
Böylece köylüler ile genç adam anlaşmışlar.
Genç adam boynundaki ipe bağlı kavalı çıkarmış. Ağzına götürüp nağmeli bir şekilde çalmaya başlamış. Bu sihirli bir kavalmış. Kavaldan çıkan sesi duyan fareler, köşeden, bucaktan, yuvadan, çatıdan, delikten, her nerede iseler o delikten pıtır pıtır çıkıp, kavalı çalan gencin peşine düşmüşler.
Genç kavalını çala çala köyün her köşesini dolaşmış. Sonunda arkasında öyle bir fare ordusu olmuş ki, o nereye giderse, fareler de gözleri kapalı onun peşinden yürümüşler.
Kavalcı bütün fareleri topladıktan sonra köyün yakınından geçen nehre doğru yürümüş. Fareler de peşinden onu takip etmişler.
Genç, nehrin ortasına gelince o sihirli kavalı öyle güzel çalmaya başlamış ki, bütün fareler oynaşarak suya atlamışlar. Az sonra nehrin sularına kapılmışlar. Ne kadar çabalasalar da kurtulamayıp, boğulmuşlar. Böylece köy farelerden kurtulmuş.
Olay, köylülerin kocaman kocaman açılan gözlerinin önünde olmuş. Köylüler farelerden kurtulmanın sevinciyle birbirine sarılıp, sevinç çığlıkları atmışlar.
Kavalcı genç, görevini bitirmiş. Islak elbiseleri ile nehirden çıkmış.
Köylülere:
— Ben görevimi yaptım. Şimdi sıra sizde. Bana söz verdiğiniz üç yüz altını şu torbaya doldurabilirsiniz. Ben de artık yoluma gideyim, demiş.
Köylüler farelerden kurtulmanın sevincini yaşarken altınlarından olacaklarını düşününce, birden değişmişler.
Bakmışlar ki karşılarında yarı ıslak, elbisesi yamalıklı, zayıf, çelimsiz bir genç duruyor.
Ona:
— Ver torbanı, demişler.
Torbaya üç yüz altın yerine, elli altın koymuşlar. Genç torbadaki altınları saymış.
Onlara:
— Bu altınlar eksik. Söz verdiğiniz hâlde sözünüzü tutmuyorsunuz. Yaptığınıza pişman olursunuz. Ona göre tedbirli olun, demiş.
Köylüler:
— Haydi! Var git! Bu altınlar sana yeter! demişler.
Genç kavalcıyı yaptığı iyiliğe karşılık, köyden kovmak istemişler.
Genç adam:
— Günah ben den gitti! demiş.
Boynuna taktığı kavalını tekrar çıkarmış. Ancak bu sefer kavaldan çıkan nağmeler bambaşkaymış.
Bu sesleri duyan köyün bütün çocukları kavalın peşine takılmışlar. Hem gülüyor, hem de oynuyorlarmış. Böylece genç kavalcı köyde ne kadar çocuk varsa, peşine takmış. O önde, çocuklar arkada köyden çıkıp uzaklaşmaya başlamışlar.
Anne ve babaların aklı başına gelmiş.
— Aman genç etme! Eyleme! Çocuklarımızı götürme! diye yalvarmışlar.
Ama artık çok geç kaldıklarını anlamışlar. Çünkü genç kavalcı onları hiç dinlemeden yoluna devam etmiş.
Köyün dışındaki ormana girmiş. Bütün çocuklar da, kavalcıyla beraber ormandaki ağaçların arasında bir anda gözden kaybolmuşlar.
Giden çocuklarını yaşlı gözlerle ormanda aramışlar. Her yıl ormanda onların gözlerinden akan gözyaşlarının ıslattığı yerlerde çiçekler açmış. Bu açan çiçekler, anne ve babalarına gülümseyen çocuklarıymış.
Köylüler o mevsim gelince açan çiçekler halindeki çocuklarını görmeye, ormana giderlermiş.
Yaptıkları hatanın bedelini de böylece ödemişler. Ayrıca düşünmeden verdikleri bir sözün karşılığında da başlarına gelen bu olayı hiç unutamamışlar. Bu masal herkese ders olsun diye dilden dile anlatılmış.
“Anlayana sivrisine saz, anlamayana davul zurna bile az!”
Yorum 0