“Aman” dedim, “şafaktan ilkin gel de beni uyandır. Şu karşıki talibi görüyor musun? Düşüme giriyor. Şafaktan ilkin orada bulunalım.”
“Olur. Ona Denizkızı Adası derler. Ben seni gece uyandırırım.” dedi.
Oraya gidip balık avlayalı seneler geçti. Oraya balığa gittiğim süre, esasen yaşını başını almış bir adamdım. Bu dakika ölecek ve ölürken de bunca senelik hayatımın, canımda iz bırakmış vakalarını gözden geçirecek olsam; şu kadar para kazanmış olduğum için mutlu ya da şu kadar para ve mevki yitirmiş olduğum için de acı sanmış olduğum tüm olayların hepsi küçülür küçülür de kala kala o ada kıyısında avlanmış olduğum günün anısı, tüm hayatımın en sav bir yaşayışla dopdolu ışıldayan bir anısı olarak kalır.
Gözlerim alacakaranlıklaşırken o anı, gördüğüm son ışık ve gönlümün tattığı sonluk olacak.
Güneşin kız kardeşi Eos (kısaca Arşipel şafağı), gül renkli aydınlığı kucaklamış, ufukta ağarıyordu. Çizgi çizgi pembe ışıklar, parmaklarıydı. Sıra sıra yatay bulutlar sanki bir “arp”ın teliydi. Işıkla inlemeye koyuldular. Denizine de, göğüne de pembe berraklık ve ışık yayılıyordu. Yanımda kürek çeken Mehmet’e,
“Buraya neden Denizkızı Adası diyorlar.” diye sormuş oldum.
“Buraya ay ışığında deniz kızları gelirmiş. Ben görmedim. Yalnız bir iki gece, adanın ay ışığında salmış olduğu gölgede, denizi şapur şupur öttürdüklerini duydum. Dalgalar üstünde hayal meyal ağartılar yüzer benzer biçimde oldu. Çınlayan bir kahkaha, tüylerimi garip garip ürpertti. Korktum desem yalan, korkmadım desem de yalan. Benim de gülesim geldi. Aklımı oynatırım diye küreklere davrandım.”
“Niçin? Onlar insanı çıldırtırlar mı?”
“Dedem görmüş. Kendisi, paraya pula gönül verir bir adam değilmiş. Fakat, bunlardan birine gönül vermiş. işte, ondan sonrasında adama bir hâl olmuş. Babam bu adaya uzaktan bakar bakardı da, dedemin dediklerini anlatırdı. (Mehmet cıgarasını çekti, konuşmak istediği besbelliydi; ben de kışkırtıyordum. Yanık sesliydi.) Babam anlatırdı. Şu gördüğün Sporad Adalarının bir koyu, bir körfezi yokmuş ki; dedemin kayığı orada beşik benzer biçimde sallanmış olmasın. Gündüzün de, gecenin de on ikişer saatinin pek azını karada yaşarmış. Fırtına kopunca, ceviz kabuğu benzer biçimde küçücük sandalını, kopan kıyamette birer sessizlik sarayı olan mağaraların içine çekermiş. Tenha kıyıların tenha gezicisiymiş. Yapayalnız yaşarmış. Babama anlatmış,
— Çocukluğumun oyun arkadaşları, bu ufak adalar, çığrışan deniz kuşları, sıçrayan yunuslar, eller benzer biçimde çırpışan dalgalardı. Fakat aslolan hayatımın tacı, tam bir sessizlikti. Mağaranın dibindeki yumuşak kuma boylu süresince uzanırdım. Mavi denizler kıyıya yanaşırken berrak zümrüt olur, sonrasında en saf göğün en beyaz bulutu benzer biçimde bembeyaz köpürürdü. Suyun altın, yeşil ve mavi yansımaları mağaranın tavanında yürürdü. Sular böylece bana renklerini verirken, sarkıtlardan damlayan sular, ayrı ayrı notalarda öter ve bana suyun sesini verirlerdi. Yelkenimi açmak için böylece beklerdim. Kızaran bir yaz akşamı olmazdı ki; kayığımla yeşil kıyı ve beyaz kumsalları kıyılamakta bulunmayayım. Tepeden eteğe gelin duvağı benzer biçimde çözülüp salınan çoban kavalının sesi, dupduru havada, hesaba gelmez uzaklıklardan çağırıyormuş benzer biçimde olurdu. Yaşamış olduğum bigün yoktu ki; şafak kırmızısının denize taşıp akışını upuyanık ve dimdik seyr etmemiş olayım. Neyleyim kefen benzer biçimde yatak çarşaflarını, uyku mahmuru çapaklı gözleri? Ağlarım kıyının sakız dallarında asılı kururken, çimenler üstüne çeşit çeşit balıklarımı serer, üşüşen fukara köylüleri, denizin en leziz balıklarıyla beslerdim..?”
“Deli gönül uslanır mı asla? Özlem çekiyordum! Gönlüm bu güzelliklere kanmıyor da kanmıyordu. Deniz suyunu içen içtikçe susarmış. Yiyecek yer sindiririz; yediğimiz yiyecek biz oluruz. Bu güzelliği niçin içime alamıyor ve kendim edemiyorum diye hayıflanıyordum. Denizin dibinde dilediğim benzer biçimde gezemediğim için üzülüyordum. Denizin altına bakınca, denizin yüzü bana dapdar geliyordu. İşte bunun için koyun birinde bir başıma kalınca soyunur, kendimi derinliğe verirdim. İçim yanardı. Berrak ve yumuşak suların, göğsüme ve dizlerime pürüzsüz süzülüşünü niçin içime, ciğerlerime alamıyorum diye kendi kendimi yiyordum. Niçin o kıprayan renkleri soluyamıyordum. Efendim? Gün olurdu, balık avını büsbütün unutur, dalar çıkar, on iki saatin onunu denizin dibinde geçirirdim. Sabah ışığına kanat salan kuş benzer biçimde, irademi dip karanlıklarında deniyordum. Ege dibini sana anlatmaya ne hacet a evlât? Sen balıkçısın; benim kadar bilirsin. Ters çevrilmiş uçurumu çağrıştıran dibin yüksek kubbelerinde ışıklar, yelpaze benzer biçimde oluşturulan ışınlarıyla boşluğu tel tel keserler. İncinin gümüş yüzünde parlayan masum bir pembe vardır. Sipsivri tepelerin kayasından kayasına mahyalar kurulur. Batmış gemilerin kaburgaları ve direkleri karanlıklarda ışıldar. Deniz dibinde ahtapot ve balıklara yüzyıllarca yuvalık etmiş şarap testileri, dudaklarından balık ve yeşil damlacıklar solurlar. Renkler dip ovasının âlemine, kum saati rıhlarının kolay akışıyla akarlar, karanlık ovaya hâle hâle yayılırlar. Beklerdim karanlık sessizlikte! neyi? Bir çığlığın çınlamasını!..
Her neyse, denizin altına alışayım diye gece gündüz çabalayıp dururken, kapkara sevdanın öz zindanına vardım. Ve orada mahpus kaldım. Âşık Acayip geze geze ne ararmış, onu kestirir benzer biçimde oldum. Onu derin ve koyu zümrüt sular içinde parıl parıl bembeyaz gördüm. Kulağımda, hatta içimde de çığlığı çınladı.”
“Neyin?”
“Deniz kızının! Sevmek söz ya da duygusunun gövdesi ve kemiği olsaydı eğer, sevmenin tâ apak kemiklerine, ateş dolu iliklerine kadar sevdim diyebilirim. Daldım! Kovaladım! Gece oldu. Işıldaya ışıldaya kaçıyordu. Daldı. Daldım. Yüze geldi; yüze geldim. O yüzdü; ben yüzdüm. Adanın çevresini kaç kez dolandık, bilmedim. Çil çil gülüyordu. Deniz tuzu gibi ısırıcı ve şakrak bir gülüştü o. Ay kalktı. Ne koskocaman aydı; gözlerim faltaşı gibi açıldı. Bembeyaz! Yusyuvarlak! Ben mi, o mu, ay mı, ada mı dolaşıyordu, farkında değildim. Ha tuttum, ha tutuyorum diye, ardınca, alabildiğime kucaklıyordum. Bana dönüp baktıkça ay ışığını kara gözlerinde görüyordum. Gövdesi, çalkanan ay ışığında, ay ışığıydı. Şimdi tuz buz oluyor, parçalanıyor, sonra cıva gibi kavuşuyordu. Kollarımı saldım. Belini sardım. Koynuma çektim, eriyiverdi. Bağrıma bastığım, ay ışığıydı. Onu daha ötede gördüm. Yüzdüm! Yüzdüm! Yüzdüm!… Gönlüm çil çil çığırdayan gülüşüne, aya ve adaya sarıla sarıla döndü, döndü; burgaç halinde kendimden geçtim. Ama işte ondan sonra, ay aydını beni hep orada buldu..?”
Mehmet anlatırken güneş batıyordu. Adanın kayaları, yarları diklemesine denizden çıkıyor, evreni saran kızıllık ortasında dev benzer biçimde bir orgun ateş sütunlarını çağrıştıran boruları uluyordu. Otuz mil eninde bir dalga, dünyanın tüm okyanuslarını dolaşıp geliyormuş benzer biçimde davranarak, harlayan köpüklerinde taşımış olduğu gök gürültüsünü, adanın kıyılarına serdi. En esrarengiz mağaralarına dek zangır zangır titreyen ada, müziğini kıpkızıl bulut hâlinde göklere verdi. Martı alayları adanın üstünde kıvılcımlar benzer biçimde savruluyordu. Gerek benim, gerek Mehmet’in içimizde sonsuz bir coşku vardı. O küçücük kayıkta bir çöp parçası benzer biçimde inip çıkarken, okyanusu armonika benzer biçimde öttürdüğümüzü sanıyorduk. Aklımızı başımıza toplamaya çalıştık.
Mehmet’in aniden saçları diken diken oldu:
“İşte deniz kızı!” diye haykırdı ve parmağıyla talibi gösterdi.
Adaya baktım. Köpükler arasından kayaya bir fok balığının çıkmakta bulunduğunu gördüm:
“Hakkın var, hakkın var Mehmet!” diye bağırdım.
Latife değil; Pan bu yerlerin yerlisiydi.
Halikarnas Balıkçısı
(Cevat Şakir KABAAĞAÇLI) (1886-1973)
Yorum 0